18 Ocak 2012 Çarşamba

değişen adalet...






Hepsi Bu




Değişen ben değilim, dönüşen savaş
yaşlanmakla ıslanmak aynı şey:
bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlanmak

şimdi ölüm bile yetmiyor, acılarımızı tartmaya
dostlar alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhabayı bıçaklar gibi artık selamlaşmalar




değişen ben değilim, dönüşen savaş

artık zaman bile yetmiyor, yaşadığımızı sanmaya

yine de ışıklar bu kenti, güzelmiş gibi gösteriyor geceleri...

geceler...
yani Ahmet Haşim in kafiyeleri...

seni aklıma düşüren, yerçekimi değil
yalancı yıldızlar
öyle uzaksın ki üflesem soğuyacaksın
sarılsam okyanus

bir aşka yetecek kadar




ve anımsatacak kadar sebepsiz bir ölümü,
acılarımız ve kafiyelerimiz var...

işte hepsi bu kadar...







Sanatçı Yılmaz Erdoğan, insanın duygusal boyuttaki değişimine o kadar net vurgu yapmış ki…







Peki insanı duygusal yönden değişten nelerdir? Aşk, ayrılık, yoksulluk, zayıflık, maddiyat, hastalık, savaşlar… Liste uzayıp gider ama yazılan ve yazılacakların hepsi insan olmadan bir hiçtir. Türk filmi misali aslan sürüsünün lideri, sürüdeki zayıf dişi aslana aşık olmaz ki. Onun bölgesinde daha yeşil ve bereketli çayırlar var diye zürafa, zebraya savaş da ilan etmez.




İnsana ait düşünceler fiiliyata dökülünce başlar değişim. 6 maymun laboratuar ortamında aynı etkiye aynı tepkiyi vermiş ama iki insan aynı etkiye farklı tepki vermiş. O halde mesela insana ait yaşamda. Meselâ herkesin kendi aklını beğenmesi ve kendine doğruları olması, kendi doğruları eleştirildiğin de tahammül edememesi. Düşüncemizin yanlışlığı kanıtlansa dahi, sahiplenmekte ısrar ederiz değil mi? Çünkü biz o dünyada mutluyuz. Varsayımlarımız değiştiğinde, sanal dünyamız ve sanal mutluluğumuz ne olacak?




“Sen haklısın” dediğimiz de dahi karşı tarafın hakkını teslim etmiyoruz. Haklı olmak neyi değiştiriyor? Peki hak ve adalet kavramları nasıl gelişti? Adalet ve hukuk farklı kavramlar mı?




Aristokrat kavramının da babası olan Aristo “köleler ve efendiler eşit değildir bu nedenle her ikisi içinde farklı hukuk kuralları uygulanmalı” fikrini doğurdu ve kabul edildi. Antikçağda hırsızlık suç bile değil yakalanmadığınız müddetçe. Hırsızlık vakalarında iz sürülmez, dava açılmazdı. Hırsız bir şekilde yakalanırsa, o zaman yargılama yapılırdı. Hırsızlığa karşı sosyal adalet kavramı yoktu. Yani çocuklara “aman başkasının malına el uzatma, kimsenin hakkını yeme, hırsızlık rezilliktir” gibi ahlaki kavramlar aşılanmazdı. Ve bu durumda düşüncenin babası Aristo zamanında gayet adilâne bir durumdu.




Empati, kendini muhatabının yerine koyma kavramı semavi dinlerle gelişmiştir. Ve semavi dinler, adalet kavramını da geliştirdi. Örneğin “Komşusu açken kendi tok yatan bizden değildir. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma”… Ama modernizmin ilk öldürdüğü kavramda empatidir. Başkalarının hakkını düşünmektense rekabete ve üretime odaklanılmalıydı! Zayıflar, hastalar ve güçsüzler ne olacaktı? “Örümcek ağına” dönüşen adalette güçlü sinekler delip geçmeye başlıyordu.




Dünya dediğimiz yerde bir kuyu vardı ve güçlüler bu kuyudan su çekme hakkına sahipti. Çözüm için sosyal adalet kavramı geliştirildi, soğuk savaş öncesi dönemde çok etkili oldu. Yasalar statü ve imtiyaz gösterilmeden herkese eşit uygulanmalıydı. Ancak herkesin kabul ettiği, ortak adalet diye bir sistem yoktu ki! Önünde herkes eşit olsun. Öncelikle yargı adaleti vardı devamında sosyal adalet geliştirildi imkan ve fırsat eşitliği olması için, semavi dinlerle gelişen ahlaki adalet kavramı ise insanların kendi aleyhlerine olsa dahi hakkı teslim etmelerini söylüyordu.




Bir mahkemenin verdiği kararı bir üst mahkemenin bozması, yargı adaletini de tartışmaya açıyordu. Ve “bir ülke mahkemelerin olması adaletin vâr olduğu anlamına gelmez, mahkemeler yalnızca adalete bir şans tanır” mantığı gelişiyordu.




Neden adalet kavramı üzerine kafa yorduk? İnsan ruh sağlığının en önemli ihtiyaçlarından biri güvendir, güvenin olmadığı yerde sevgi sözcükleri, şiir, sanat hiçbir anlam ifade edemez. Güvenli bir ortam, yalnız adalet gücüyle sağlanabilir.




Ceza, adaletin eğitici yanıdır. Adalet ise herhangi bir olayın karşısında, olayın doğruluğu ve yanlışlığı üzerine takındığı felsefi tavırdır. Hiç dönemde kötülük savaşılarak yenilemedi, iyilikler yüceltilerek zafer kazanıldı. Savaşları kazanan, vatan sevgisiydi. Müzeleri ayakta tutan, kitapları koruyan sanat aşkıydı; tarihi eser kaçakçıları değil. İnanmıyorum, Giuseppe Verdi, Fallstaff’ı 2000’li yıllarda torunlarının telif hakkından para kazanması için yazmadı. Roden “Ben bir heykel yapayım, insanlar benden birkaç yüzyıl sonra dahi bahsetsinler” düşüncesinde değildi. Bilemiyorum Mimar Sinan’ın vasiyetinde yazılımıydı, adına bir üniversite kurulması. Bu tip insanların idealleri vardır ama ideolojileri yoktur. Benmerkezci olsalardı, sanatkar olamazlardı. Benim gençliğimde sanatkârın dedikodusu yapılmaz, eseri üzerinde fikir ifade edilirdi. Şimdilerde hangi kanalı açsam magazin programlarında sevgili değiştiren, eşini boşayıp sevgili edinen, gece kulüplerinden mankenle ayrılan, programlarında sövmekten ve alkolü övmekten geri kalmayan “SANATÇI”lar. Adaletten bahsederken “ahlaki adaleti” yazmıştık. Bunlara kanunen sanatçı diyelim de ya ahlaken ne diyelim…




Evet değişen ben değilim, dönüşen sanatçılar…




sevgili ağabeyim mehmet yanık' sevgilerle...







9 Ocak 2012 Pazartesi




insan sadece bu kelime bile özetliyebilir ....ama daha ağır ve daha yumuşak sıfatlar ve isimlerde kullanılabilir ...bir katil sıfatı yada bir doktor bir anda başka yerlere çekebilir algıyı beğeniyi...insan basit bir varlıktır kolay ürer kolay barınır kolay büyür ....mucizedir aslında hayatta kalması onu koruyan ne bir postu nede bir pençesi nede uzun ve hızlı ayakları yoktur ...geç yüyür bir hayvana göre geç iletişime geçer ..ama taki aklını kullanmayı ve yalan söylemeyi dillendirmeye başlayana kadar sonra o sevimli naif ve korumasız varlık hükmedici ve zalim bir başere dönüşür ...annesinin karnında nasıl bedeni büyüyorsa ruhuda gelişir anne hem bedeni hemde ruhu büyütür besler karnında ...ama hikaye onunla başlar ve yine onunla bitecek sonunda...insan sadece bu kelime bile özetleyebilir ...

12 Kasım 2010 Cuma


Hızla maddeleşen ve elektronik ortamlara taşınan dünya, kültürel akışın hızlanmasıyla küçülüyor ve “sınır”sızlaşıyor…

Medenilik adına bilim ve teknolojinin devamlı yükselttiği refah, hepimizin de şahit olduğu üzere mutluluk getirmedi. Üretilen her şey, yâ rakiplerin önüne geçmek için ya para kazanmak için yada ideolojik amaçlar uğruna heba edilip gidiyor…

Eleştiriye maruz kalan eserler, sanatsal boyutu ile değilde eleştirenlerin egolarıyla değerlendiriliyor. Bu ortamda her geçen gün sanatın doğasında vâr olan (objektif) eleştiri, sanatsal kimlik, bakış açısından uzaklaşan insanlar olmaya başladık…

Kültürel gelişim ve değişimlerle beraber, sanatta gelişip değişir ve etkilenir; çünkü kaynağı insandır ve ruhu sever, beğenir, beğenileri değişir, ruhu yıpranır ve tazelenir. Sanatta, toplumdaki insanların kendine has temel değerlerini, evrenselleştirmesi ile yeni boyutlar kazanır, harikalar doğurur. Yazmadan geçemeyeceğim, toplumun geçmişten üst üste koyarak geliştirip büyüttüğü sanatı reddedip, yeni bir fraksiyona tabi olmak, her şeyden önce sanatın doğasına saygısızlık olur; tam tersine “Biz atalarımızdan böyle gördük, bunun dışındakileri yabancı sayıyorum, benimsemiyor ve içselleştirmiyorum” bağnazlığı da aynı derecededir.

Görsel, yazılı, sözlü ve musiki (enstrümantal dahil) sanat eserlerini doğuran ruha etki eden ilham, fikir, his, hayal, bakış açısı, anlam, ahenk ve estetik unsurlardır. Maalesef günümüzde “marka sanatçılar ve eserleri” hüküm sürüyor. Anlamsız figürler, kısır imgeler, sanatın evrenselliğinden uzak bireysel yığınlar “sanat eseri” adı altında insanlara pazarlanıyor. Nerede o, hiç bulamayacağımızı bildiğimiz halde “mutlak güzelliği” ayrış tutkumuz?

Geçenlerde bir ressam, eserini takdim ederken kelime bilgisinin yetersizliğinden ötürü “şey” kelimesini benim saydığım 10 farklı kelimenin yerine, “yani” kelimesini 13-16 cümlenin (!) yerine kullandı. Sormak istiyorum, konuşmalarımız ruhumuzun aynası değil mi? İnsanın ne olduğu konuşmasından anlaşılmaz mı? Tabii ki, sanatçının ruhundaki fırtınaları, akisler net olarak anlatması (yada bizim anlamamız) beklenemez. Ancak benim ona söylediklerimi de doğru olarak anlamasını isterim; başka bir deyişle kelime bilgisi olmadan toplumla ve bireylerle nasıl iletişim kuracağız?

Artık ben susayım konu ile ilgili sanatçılar konuşsun!

1- Mehmet Akif:

Toprak gezinen gölgeme toprak çekilince, (Ben ölüp, mezara gömülünce)

Günler şu heyulâyı da er geç silecektir. (Zaman beni önce bir hayal gibi gösterecek sonra unutturacak)

Rahmetle anılmak, ebediyette budur amma, (Hayırla, eserleri ile, yaptıklarıyla, sanatıyla anılmak

Sonsuzluktur, çünkü eser yaşadıkça sahibi yaşar)

Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir. (Eserlerini sonsuza dek yaşayacak olgunlukta görmüyor.

Hep daha iyisini daha olgununu arıyor…)

Yazılı edebiyatımıza külliyatlar bırakmış, istiklal marşı şairimizin sanatkar ruhu kendini böyle ifade etmiş.

2- - Leonardo Da Vinci, “Son Yemek” adlı tablosunu bazen günlerce yemek yemeyi unutarak 10 (on) yılda tamamladı

3 - İskoçyalı sahne artisti Sir Harry Lauder, “Roamın’in the gloamin” adlı unutulmaz şarkısını, kendisini tatmin edecek tarzda söylemek için tam 10.000 (onbin)kez tekrarlamış.

4- Victor Hugo, Notre-Dame de Paris adlı eserini yazarken tüm giysilerini sandığa kilitleyip, sandığı arkadaşına verdi ve “Ben kitabı bitirmeden bana verme” dedi.

5- İngilizce’nin en büyük lügat kitabının yazarı Noah Webster, eserini tamamlamak için 22 yıl çalıştı.

6- Ölümü bir çok ressam, edebiyatçı, şair düşünmüştür, çizmiştir, tarif etmiştir. Sanatçıyı bizden ayıran kullandıklarıdır. Bakın Dilaver Cebeci ölüme nasıl bakıyor:

Bir derin ummana girmek üzere

Eşyanın sırrına ermek üzere

Başka alemleri görmek üzere

Gün gelir kapanır, söner gözlerim.

Devamını da siz doldurun….

7 Kasım 2010 Pazar

Hayır!

Sizinle “tavuk mu yumurtadan çıktı, Yumurta mı tavuktan?” muhabbetini etmeyeceğim. Çünkü o çok basit soruyu, hemen her köylü çocuğu cevaplayabilir. Tavuğun her yumurtladığı yumurtadan civciv çıkmaz, horozun (dölleme) yardımıyla yaptığı yumurtadan civciv çıkar.

Hayır!

Sizinle “sanat sanat için mi, sanat toplum için mi?” gösterişte muamma konusuna da girmeyeceğim… Çünkü ressam bir tavus kuşu, şair bir papağanı henüz görmedim. Her on kişiden onbirinin şair olduğu ülkemizde, konuya dair sağlıklı konuşmak bile çok zor…
Peki ya sanatkâr…

Mozart, 6 yaşında iken konser vermeye başlamış. “Ooohhh be! birkaç konser, birkaç besteden servet yapayım, ömrümün geri kalanında yatayım” düşüncesine sahip olmamış değil mi? Ünlü eseri Requiem’i yazarken borç batağında yüzüyordu o kadar ki, hastaneye gidecek borç bulamamış.

Goethe, ilk şiirini 10 yaşında yazmış. 83 yaşında ölen Goethe, ustalık eserim dediği Faust’u ölümünden 2 yıl önce yazmış. 81 yaşındaki insan “ustalık eserini” vücuda getirirken, ne kadar maddi kaygı hissedebilir?

Beethoven, ilk eserini 13 yaşında bestelemiş. Yıllardır her sene, yüzlerce kez saraydan kız kaçırılır, yüzlerce insanın gözü önünde…

Ünlü Heykeltıraş Roden, en iyi eselerinden bazılarını 70 yaşından sonra yaptı. Roden’e bu tutkuyu aşılayan neydi?

George Bernard Show’un ilk piyesi sahnelendiğinde, kendisi 94 yaşındaydı, dünyanın en mutlu insanı olmak için 94 sene uğraşmaktan en ufak şikayet ettiği duyulmadı…

Şair Thackerey için “Bir sabah gözlerini açtı ve kendini meşhur bir adam olarak buldu” denir. Lord Northcliffe cevaben “Thackerey, yataktan kalkıp kendisini meşhur bir adam olarak gördüğü ana kadar, 15 sene her gün 8 saat yazıyordu” dedi.

Sisten Şapeli’ni günümüzün teknolojisi yapabiliyor mu? Hayır bir Michalengelo’ya ihtiyacımız yok! Ama en az onun ki kadar ateşli bir ruha ihtiyacımız var.
İstanbul’a aşkını Yahya Kemal derecesine ulaştırabilen başka bir sanatçı daha çıkmadı.

Mimar Sinan’dan sonra camilerin projeleri birbirinin kopyası halinde. Binlerce caminin asetat kağıdına çizilmiş projesini üst üste koysak, metrajdan başka farkları olmaz…

*************
Örnekler ışığında bir sanatçıyı, sanatkar ruha sahip insanların dışında kaç kişi anlayabilir ve eserlerini anlamlandırabilir?


Sanat mı?

Ah! Ben susayım dünyadaki bütün insanların kalp atışları duyulsun; çünkü bu sorunun cevabı yalnız ve yalnız kalp atışlarındaki ritimlerde, ciğerlerimizin nefes alma ritimlerinde, gözlerdeki hülyalı bakışlarda saklı…
Sanatın bence tek bir işlevi vardır: İnsanlara yaşama umudu aşılar. Ve bu aşıyı yalnızca sanat yapar…

Mozart, Beethoven, Verdi ve diğerleri müziği kullanmışlar, Da Vinci ve arkadaşları fırçalar ve boya kullanmış, Phidias ve diğerleri çekiç, murç kullanmış, Ahmet Haşim, Yahya Kemal ve diğerleri kelimeleri kullanmış…
Sanat için son sözü yine bir sanatkar söylesin:
Her şey sen olsun dünyada
Ve olmasın sen olmayan dünya da…

Saygılarımla,