12 Kasım 2010 Cuma

Hızla maddeleşen ve elektronik ortamlara taşınan dünya, kültürel akışın hızlanmasıyla küçülüyor ve “sınır”sızlaşıyor…

Medenilik adına bilim ve teknolojinin devamlı yükselttiği refah, hepimizin de şahit olduğu üzere mutluluk getirmedi. Üretilen her şey, yâ rakiplerin önüne geçmek için ya para kazanmak için yada ideolojik amaçlar uğruna heba edilip gidiyor…

Eleştiriye maruz kalan eserler, sanatsal boyutu ile değilde eleştirenlerin egolarıyla değerlendiriliyor. Bu ortamda her geçen gün sanatın doğasında vâr olan (objektif) eleştiri, sanatsal kimlik, bakış açısından uzaklaşan insanlar olmaya başladık…

Kültürel gelişim ve değişimlerle beraber, sanatta gelişip değişir ve etkilenir; çünkü kaynağı insandır ve ruhu sever, beğenir, beğenileri değişir, ruhu yıpranır ve tazelenir. Sanatta, toplumdaki insanların kendine has temel değerlerini, evrenselleştirmesi ile yeni boyutlar kazanır, harikalar doğurur. Yazmadan geçemeyeceğim, toplumun geçmişten üst üste koyarak geliştirip büyüttüğü sanatı reddedip, yeni bir fraksiyona tabi olmak, her şeyden önce sanatın doğasına saygısızlık olur; tam tersine “Biz atalarımızdan böyle gördük, bunun dışındakileri yabancı sayıyorum, benimsemiyor ve içselleştirmiyorum” bağnazlığı da aynı derecededir.

Görsel, yazılı, sözlü ve musiki (enstrümantal dahil) sanat eserlerini doğuran ruha etki eden ilham, fikir, his, hayal, bakış açısı, anlam, ahenk ve estetik unsurlardır. Maalesef günümüzde “marka sanatçılar ve eserleri” hüküm sürüyor. Anlamsız figürler, kısır imgeler, sanatın evrenselliğinden uzak bireysel yığınlar “sanat eseri” adı altında insanlara pazarlanıyor. Nerede o, hiç bulamayacağımızı bildiğimiz halde “mutlak güzelliği” ayrış tutkumuz?

Geçenlerde bir ressam, eserini takdim ederken kelime bilgisinin yetersizliğinden ötürü “şey” kelimesini benim saydığım 10 farklı kelimenin yerine, “yani” kelimesini 13-16 cümlenin (!) yerine kullandı. Sormak istiyorum, konuşmalarımız ruhumuzun aynası değil mi? İnsanın ne olduğu konuşmasından anlaşılmaz mı? Tabii ki, sanatçının ruhundaki fırtınaları, akisler net olarak anlatması (yada bizim anlamamız) beklenemez. Ancak benim ona söylediklerimi de doğru olarak anlamasını isterim; başka bir deyişle kelime bilgisi olmadan toplumla ve bireylerle nasıl iletişim kuracağız?

Artık ben susayım konu ile ilgili sanatçılar konuşsun!

1- Mehmet Akif:

Toprak gezinen gölgeme toprak çekilince, (Ben ölüp, mezara gömülünce)

Günler şu heyulâyı da er geç silecektir. (Zaman beni önce bir hayal gibi gösterecek sonra unutturacak)

Rahmetle anılmak, ebediyette budur amma, (Hayırla, eserleri ile, yaptıklarıyla, sanatıyla anılmak

Sonsuzluktur, çünkü eser yaşadıkça sahibi yaşar)

Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir. (Eserlerini sonsuza dek yaşayacak olgunlukta görmüyor.

Hep daha iyisini daha olgununu arıyor…)

Yazılı edebiyatımıza külliyatlar bırakmış, istiklal marşı şairimizin sanatkar ruhu kendini böyle ifade etmiş.

2- - Leonardo Da Vinci, “Son Yemek” adlı tablosunu bazen günlerce yemek yemeyi unutarak 10 (on) yılda tamamladı

3 - İskoçyalı sahne artisti Sir Harry Lauder, “Roamın’in the gloamin” adlı unutulmaz şarkısını, kendisini tatmin edecek tarzda söylemek için tam 10.000 (onbin)kez tekrarlamış.

4- Victor Hugo, Notre-Dame de Paris adlı eserini yazarken tüm giysilerini sandığa kilitleyip, sandığı arkadaşına verdi ve “Ben kitabı bitirmeden bana verme” dedi.

5- İngilizce’nin en büyük lügat kitabının yazarı Noah Webster, eserini tamamlamak için 22 yıl çalıştı.

6- Ölümü bir çok ressam, edebiyatçı, şair düşünmüştür, çizmiştir, tarif etmiştir. Sanatçıyı bizden ayıran kullandıklarıdır. Bakın Dilaver Cebeci ölüme nasıl bakıyor:

Bir derin ummana girmek üzere

Eşyanın sırrına ermek üzere

Başka alemleri görmek üzere

Gün gelir kapanır, söner gözlerim.

Devamını da siz doldurun….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder